ust_banner

sol_blok

ANA SAYFA
 
KURAN-I KERİM

HADİSLER
İNCELEME - ARAŞTIRMA
GÜNDEM YAZILAR
BAŞKA HAKİKATLER
MİFTAHU'L-CENNEH
(Cennetin Anahtarı)
<< Tamamını Oku >>
 
EKÜMENİK KUTSAL KİTAP
<< Tamamını Oku >>

Apokrif Kitaplar

Kitab-ı Mukaddes
 
Linkler
İletişim

"(Resûlüm) de ki:
Ey Ehl-i Kitap!
(Yahudi ve Hıristiyanlar!) Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse, işte o zaman; 'Şahit olunuz ki, biz Müslümanlarız' deyiniz." (Âl-i İmran S., 64)

Irkçılık kanser hastalığı gibidir

- Bilindiği gibi, Peygamber Efendimiz hicret etmeden önce Medine'nin adı Yesrib'di. Burada Evs ve Hazreç adlı iki Arap kabilesi ile Yahudiler yaşarlardı. Hem Yahudilerle Araplar, hem de Evs ve Hazreç kabileleri arasında savaş, rekabet, düşmanlık hiç eksik olmazdı. Yahudilerin de kışkırtmasıyla Evs ve Hazreç kabileleri, İslam öncesi dönemde birbirleriyle yüz yıldan fazla süren korkunç ve kanlı savaşlar yaptılar.

Bu savaşlarda bazen biri, bazen öbürü galip gelir, fakat neticede her ikisi de güçten takatten düşer, Yahudilerin Yesrib'deki konumları daha da güçlenmiş olurdu. Bu savaşların en çetin ve en meşhuru, Hazreti Peygamberin Medine'ye hicretinden daha birkaç yıl önce gerçekleşen Buas Savaşları idi. Bu savaşların ardından, her iki kabile de, daha büyük savaşlar için diğer Arap kabilelerinden müttefikler ararlarken, İslamla tanıştılar.

Allah onların gönüllerini İslamla öyle birleştirdi ki, hiçbir bağ ve güç onları böyle birleştirip kaynaştıramazdı.Tabii bu durum asla Yahudilerin işine gelmiyordu. Halbuki Hazreti Peygamber, Medine'de yerleşik Müslümanların, Yahudilerin ve diğer unsurların bir arada huzur, barış ve mutluluk içinde yaşayabilmelerini temin için, dünyanın ilk yazılı anayasası niteliğindeki Medine Antlaşmasını onlarla beraber hazırlayıp, yürürlüğe koymuştu.

Müslümanlara karşı kini, öfkesi ve hasediyle meşhur ihtiyar bir Yahudi, bir gün bir arada oturmuş güzel güzel sohbet eden, Evs ve Hazreç kabilelerine mensup Müslüman gençlerle karşılaştı. İslamdan önce birbirlerine şiddetli düşman olan bu gençler arasında, İslam sayesinde oluşan ülfeti, sevgi, saygı ve muhabbeti, barış ve huzuru, kaynaşma ve kardeşliği görünce, bundan çok rahatsız oldu. "Bunlar böyle toplandıkça, bizim buralarda kararımız, huzurumuz kalmaz!" diyerek, bir Yahudi gencini yanına çağırdı.

"Git şunların yanına var, otur! Buas Savaşını ve daha önceki savaşlarını hatırlat! O dönemlerde birbirleri aleyhine söyledikleri şiirlerden parçalar oku!" diye tembih etti. Yahudi genç söylenenleri yapınca, Müslüman gençler arasında gittikçe şiddetlenen bir münakaşa kapısı açıldı. Her iki taraf da kendini övmeye, yaptıklarıyla övünmeye, karşı tarafı yermeye başladı. İki tarafın öfkesi kabardıkça kabardı, iş büyüdükçe büyüdü. Sonunda birbirlerine "Haydi öyleyse, var mısınız yine öyle bir gün yapalım!?" diye meydan okuyarak, herkes kendi kabilesini topladı, silahlanarak eski günlerin intikamını almak üzere karşı karşıya geldiler.

Durumdan haberdar olan Rasulüllah, beraberinde muhacirlerden ashab-ı kiramla savaş meydanına geldi. "Ne yapıyorsunuz? Allah sizi, küfürden kurtarıp, İslamla şereflendirdikten, kerem ve inayetiyle cahiliyye davalarının kökünü kazıdıktan, aranızı bulup sizi barıştırdıktan sonra, üstelik ben de aranızdayken, yeniden eski küfre mi dönüyorsunuz?" diye kendilerini uyardı. Hepsi düştükleri yanlışı, bunun şeytani bir tuzak olduğunu anladılar. Derhal ellerindeki silahları fırlatıp atarak, gözyaşları içerisinde birbirlerine sarılıp, kucaklaştılar. İslama can ü gönülden bağlanmış, her şeylerini bu uğurda feda etmeyi göze almış, bizzat Hazreti Peygamberin talim ve terbiyesinden geçmiş ensarın, bu Buas Hikayeleri yüzünden birbirlerinin kanını akıtmalarına, birbirlerini boğazlamalarına ramak kalmıştı. Bereket versin, Hazreti Peygamber zamanında yetişti de, felaketin kıyısından döndüler.

Hazreti Peygamber sağ olduğu müddetçe, ne böyle Buas Hikayeleri anlatmaya cesaret edenler çıktı, ne de bu tür hikayelere inananlar. Ama su uyur, düşman uyumaz. Düşman elbette düşmanlığını yapacak. Bunun için düşmana kızmanın faydası yok. Tedbirini alacaksın! Düşmanını yok etmek, en azından onu zayıf düşürmek, ona zarar vermek, başına türlü gaileler açmak için, düşman elbette elinden geleni ardına koymayacak.

Düşmanla harp meydanında karşılaşmaktansa, bu tür Buas Hikayeleri uydurarak onları birbirine kırdırmak, daha akıllıca ve risksiz bir yol değil mi? Nitekim asırlar boyunca, Müslümanlara karşı düşmanları bunu hep yaptılar, ne yazık ki muvaffak da oldular. Daha sahabe döneminde, onbinlerce sahabeyi bile birbirine kırdırmayı başardılar. Dün olduğu gibi bugün de, Buas Hikayelerini çağrıştıran hikayeler, rivayetler, masallar, dedikodular, Müslümanları birbirinden soğutmak, uzaklaştırmak, onları birbirine düşman etmek için anlatılır durur. Bunlara fırsat vermemesi, bunların önünü kesmesi gereken ilim ve fikir adamlarımız da maalesef bu uğursuz çabalara bilmeden katkıda bulunuyorlar, yangına körükle gidiyorlar.

Tahammül sınırlarının bir hayli zorlandığı, sesinin tonundan ve ifade tarzından rahatça anlaşılan muhaliflerden biri, olanca cesareti ve kararlılığıyla cevabını da ekleyerek bir soruyla Hoca'nın konuşmasına müdahale etmekten kendini alamadı:

- Ne yani Üstad, şimdi biz kendi milletimizle kendi ırkımızla övünmeyecek miyiz? Ne mahzuru var bunun? Bence bizi ancak milliyet fikri birleştirip, bir araya getirebilir!

Hoca sanki, bilmediği yeni bir şeyi öğrenmiş gibi şaşıran bir ifade ile:

- Yaa öyle mi azizim! Madem tüm dertlerimizin ilacını bulduk, o zaman her meselemizi çözdük, kefeni de yırttık demektir! Ne mutlu bize! Ama bu ilaç bizde de, tüm dünyada da epey zamandır kullanılıyor. Dolayısıyla faydalı mıdır, zararlı mıdır, yan etkileri var mıdır, yok mudur, şimdiye kadar ortaya çıkmış olması gerekir değil mi?
Etraftan yükselen, "Tabii!", "Elbette!" sesleri arasında Hoca sözlerine devam etti:

 
alt_banner