ust_banner

sol_blok

ANA SAYFA
 
KURAN-I KERİM

HADİSLER
İNCELEME - ARAŞTIRMA
GÜNDEM YAZILAR
BAŞKA HAKİKATLER
MİFTAHU'L-CENNEH
(Cennetin Anahtarı)
<< Tamamını Oku >>
 
EKÜMENİK KUTSAL KİTAP
<< Tamamını Oku >>

Apokrif Kitaplar

Kitab-ı Mukaddes
 
Linkler
İletişim

"(Resûlüm) de ki:
Ey Ehl-i Kitap!
(Yahudi ve Hıristiyanlar!) Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına tapmayalım; O'na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse, işte o zaman; 'Şahit olunuz ki, biz Müslümanlarız' deyiniz." (Âl-i İmran S., 64)

ALLAH İNANCI

" Dikkat edin ki; kalpler ancak Allah'ı zikretmekle(O'nu hatırlamak ve anmakla) huzur ve sükun bulur ." (er-Ra'd, 28)

" Allah'ı çok zikredin ki, kurtuluşa eresiniz ." (el-Cumua, 10)

***

Zerreden kür(r)eye (mikro âlemden makro âleme) müşahede ettiğimiz muhteşem düzen; bizi, bu şaşmaz düzeni sağlayıcı ve bozulmadan devam ettirici, herşeye kâdir ve gizli bir elin, üstün bir zekânın mutlak varlığına götürür.

Madde âleminin ötesinde(metafizik) yüce bir yara­tıcı­nın varlığını -bilinçsiz ve inatçıların dışında- inkar edene rastlamak mümkün değildir. Akıl, düşünce ve ilim, bizi i­man hakikatine götürür.

Nobel ödülü sahibi Alexis Carrel diyor ki:

"Tanrı fikri, fitri olarak insanlarda mevcuttur. Bütün iptidai kavimlerin tanrı hakkında kendilerine mahsus bir fikirleri var idi. Dogmatik olarak tanrı fikrinin insan ruhunda mevcut oluşu, tanrının varlığına kâfi bir delil sayılmalıdır. Çünkü tanrı fikrini, fıt­ri olarak insan ruhuna yerleştiren yine tanrıdır. Bazıları, kâinatı bir tesadüfün hasıl ettiğini söyler. Bu, asla mümkün değildir. Ben, tesadüfün, değil kâinatı; en küçük bir böceği bile vücuda getiremeyeceğine kaniyim. Eğer tesadüf, kâinatı teşkil eden zerrelere mâ­lik ise, neden bugün şehirleri, evleri vücuda getirmiyor?" (Emin Arık, Allahsıza Cevap, sh.13-14)

Şimdi de ünlü psikiyatrist Prof. Dr. Ayhan Songar 'ı din­le­­ye­lim:

"Etrafınıza gözlerinizi çevirip bakın; sonra insaf nazarlarınızı kendi içinize döndürün; atom çekirdeğinden hücreye, hücreden o mü­kemmel insan beynine, tohumdan ağaca, su buharından bu­lutlara, avucunuza aldığınız kum daneciklerinden kâinatın en uzak köşelerindeki galaksilere kadar aynı kanun, aynı nizam hiç şaş­madan hükmünü sürdürüyor. Bunu görüp de, bunun tek ve em­salsiz yaratıcısını görmemek mümkün mü?" (Zafer, Mayıs 1983, Sa­yı 77, sh. 34)

***

İmam-ı Azam Hazretleri zamanında, şu kainatı ve dün­ya­yı idare eden Allah'ın varlığını akıllarına bir türlü sığdıramayan tabiatperestler vardı. Bunlar, Hazreti İmam'la sık sık münakaşa ederler ve her seferinde de mağlub düşerlerdi. Bu yüzden çok kızdıkları Hazreti İmam'a birgün kılıçlarını çekerek hücum etmişlerdi. İmam-ı Azam , gayet vakur ve so­ğukkanlı olarak;

"- Durun bakalım, durun; evvelâ kılıçlarınızı kınına ko­yun; sonra şu sualime cevap verin; yapacağınızı ondan sonra yapın..." dedi. Tabiatçılar hep birlikte;

"- Söyle bakalım, ne imiş sualin?" dediler. İmam-ı Azam Haz­retleri şöyle konuştu:

"- İçi dökülecek derecede yük dolu bir gemiyi, denizin dağ gibi dalgaları çevirmiş, her taraftan şiddetli rüzgârlar esiyor. Bu dalgalara ve sağdan soldan vuran bu kadar şiddetli rüzgâra rağmen gemi, durmadan yoluna devam ediyor; hem de hedefinden hiç şaşmadan gidiyor. Daha garibi bu geminin kaptanı da yok. Ne dersiniz?.."

Tabiatçılar, hep bir ağızdan itiraz ettiler:

"- Hayır, bu söyledikleriniz asla olmaz! Dalga vapuru batırır, rüz­gâr hedefini değiştirir; hele kaptansız bir geminin ilerlemesi ise tamamen imkânsızdır; buna asla inanamayız!"

İmam-ı Azam Hazretleri bu sefer dedi ki:

"- Süphanellah; küçük bir geminin şu basit engeller arasında hedefini şaşırmadan ilerlemesini imkânsız görüyor, inanmıyorsu­nuz da; şu koca dünya gemisinin bu kadar azamet ve dehşetine rağmen, kendi kendine gece ve gündüzünü şaşırmadan yoluna devam ettiğine nasıl inanıyorsunuz? Bunu bir türlü anlamıyorum. Halbuki dünyanın gidişindeki sürat, muvazenesindeki isabet, küçük bi r vapurla kıyas edilemeyecek kadar azametli ve ibretlidir..."

Bu cevap, onları düşündürdü ve kılıçlarını kınına koydular;

"- Çok doğru söylüyorsun ya İmam; düşünebilen insan için bu ka­darı bile kâfidir," dediler ve tabiatçılıktan hep birlikte vazgeçtiler. (16-17 Ocak 1978 tarihli Diyanet Takvimi'nden)

***

İmam-ı Şafi Hazretlerine sordular:

"- Allah'ın varlığına delilin nedir?"

Dedi ki:

"- Dut yaprağıdır. Tadı, rengi, kokusu ve nihayet maddesi bir­dir. İşte bu tek maddeden koza böceği yer, ipek yapar; koyun yer, et ve süt olur; geyik yer, misk yapar; arı yer, bal yapar...Tadı, rengi, kokusu, nihayet maddesi bir olduğu halde, tek cins yapraktan bu ka­­dar çeşitli eşya yaratan kimdir? Şüphesiz bunu ancak Allah halkeder; başka birinin yapması mümkün değildir..." (a. g. y.)

Prof. Dr. A. F. Tabbara 'nın "Kur'an ve Modern İlim" adıyla tercüme edilen kitabındaki tesbit, mutlak hakikatin in­kar edilemez bir ispatıdır:

"Almanya'lı bilgin Dr. Dennert , son dört asır içinde akla ışık tutan büyük âlimlerin felsefi görüşlerini tahlil ederek bunlardan 290 bilginin akide ve inançları üzerinde inceleme yaparak şöyle bir tasnifte bulunmuştur:

28'i hiçbir inanç taşımamaktadır. 242'si birçok kimsenin ya­nında 'tanrı'ya olan imanlarını ilan etmişlerdir. 20'sinin ise din ve­ya dinsizlik konusunda hiçbir inceleme yapmadığı ve bu gibi mevzularla ilgilenmediği anlaşılmıştır.

Biz, bu mevzuyla ilgilenmeyenlerin hepsini dinsiz sayacak olursak, büyük âlimlerin %92'sinin 'tanrı'nın varlığına inandığını görürüz. İşte bu büyük nisbet, gayet açık olarak materyalistlerin id­dia ettiği gibi, imanla ilim arasında bir tenakuz, bir çelişme ol­ma­dı­ğını ispat etmektedir." (Terc.: C. Yıldırım, sh. 132-133)

Bütün bu tesbitler bizi, C. Allah'ın şu beyanının gerçekliğine götürür:

"Allah'tan, kulları içinde ancak âlimler korkar. (O'nu ta­nır ve sakınırlar.) " (el-Fâtır, 28)

Bir yaratıcının varlığını, aklın ve müsbet ilimlerin ışığında kabullenmek kolaydır; ancak asıl mesele; şirke bulaşma­dan, bütün noksan sıfatlardan münezzeh ve vâcibü'l-vücud olan "Allah" ı bulabilmektir:

" Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki; onlar, bu delillerden yüz­lerini çevirip geçerler / Onların çoğu ancak ortak koşarak Al­lah'­­a iman ederler." (Yusuf S., 105-106)

"(Onlar) Allah'ı, O'nun şanına yaraşır bir şekilde tanıyamadılar." (el-En'âm, 91)

Allah'ı, şanına yaraşır bir şekilde, ancak O'nun bozulma­mış ve kıyamete kadar değişmeyecek kelâmı olan Kur'an-ı Azimüşşan sayesinde tanıyabiliriz. İslam'ın ve Kur'an'ın dı­şındaki bütün tanımlamalar, gerçek yaratıcıyı(Allah'ı) an­lat­makta âciz ve noksan kalır. Hatta insanlığı, batıl inanç ve yollara sevk eder. İmanla hedeflenen huzur ve mutluluk yerine bunalım ve mutsuzluğa sebep olur.

Öyleyse Allah, Kur'an'da bize kendini(zâtını) nasıl ta­nı­tı­yor?..

Kur'an'ın Işığında Allah'ı Tanımak

" De ki: O Allah, birdir. Allah sameddir (O, hiçbir şeye muh­taç değil, herşey O'na muhtaçtır). O, doğurmamış ve doğmamıştır. O'nun hiçbir dengi yoktur." (İhlas S., 1-4)

"O, öyle Allah'tır ki; O'ndan başka tanrı yoktur. Gö­rülmeyeni ve görüleni bilendir. O, esirgeyendir, bağış­la­yan­dır (Rahman ve Rahim.)

O, öyle Allah'tır ki; kendisinden başka hiçbir tanrı yoktur. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selamet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üs­tündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olma­yan­dır. Allah, müşriklerin ortak koştuklarından münezzehtir.

O, yaratan, var eden, şekil veren Allah'tır. En güzel isimler (el-esmâü'l-hüsnâ) O'nundur. Göklerde ve yerde olanlar, O'nun şânını yüceltmektedirler. O, galiptir, hikmet sa­hi­bi­dir ." (el-Haşr, 22-24)

"Allah; O'ndan başka tanrı yoktur. O, Hayy'dır (devamlı ha­­­yat sahibi), Kayyûmdur (ezelden ebede, kâim ve dâim). Kendisine ne uyku gelir, ne de uyuklama. Göklerde ve yer­de­kilerin hepsi O'nundur. İzni olmadan, O'nun katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacakla­rı­nı bilir. O'nun bildirdiklerinin dışında insanlar, O'nun ilminden hiçbirşeyi tam olarak bilemezler. O'nun kürsüsü (saltanat, kudret ve mülkü) gökleri ve yeri içine alır; onları koruyup gözetmek kendisine zor gelmez. O yücedir, büyüktür." (el-Bakara, 255 / Ayetü'l-Kürsi)

***

[Ezeli olan Allah, yaratılışları çeşitli (olan) insanlara, kendi tabiat ve istidatlarına göre tecelli etmek istediği i­çindir ki; tapanları tarafından diğer tapılanlarda varlığı sa­nı­lan çe­şitli sıfatların hepsini, kendi kutsal zatında topladı.

Eski tanrılarına karşı duydukları müthiş korkudan başka bir şeyle ıslahına imkan olmayan putatapar zencilere ve ben­­zerlerine; “ Cebbar , Kahhar , Muntakîm : Zorlayıcı, kahredici, intikam alıcı ” isimleriyle tecelli etti.

Dünya malını çok sevenlere; “ Muğnî , Vehhab , Vasî , Nâ­fî : Zengin eden, çok veren, geniş, yararlı ” sıfatlarıyla gö­rün­dü.

İlahi aşkta fani olmak, kendisine yaklaşmak isteyenlere gelince, bunlar; “ Vedûd , Müheymin , Mü'min , Selam , Raûf , Rahman , Rahîm : Çok seven, korkudan koruyan, inanan, güvenlik veren, şefkatli, merhametli, çok rahmet eden ” gibi kerim isimlerinden dilediklerine sarılabilirler.

Ruhlara tapıp, onların yüzünden nimet, bereket, rızık in­mesini, belaların, zararların sıyrılmasını bekleyen kimse­ler de, Cenab-ı Hakk'a dönerek; “ Vehhâb , Razzâk , Basıt , Mukît : Çok hibe veren, rızık veren, genişleten, azık veren ” isimle­rine sığınabilirler.

İsyanlarda pek ileri giderek Hakk'ın; “ Alîm , Hasîb , Ha­kem , Adl , Rakîb , Şehid : Bilen, hesaba çeken, hüküm veren, ada­let sahibi, gözeten, gören ” gibi isimlerinden; dehşete kapılanlar, umutsuzluk karanlığı içinde bunalıp kaldıkları zamanlarda ise kendilerini; “ Lâtîf , Rahîm , Ğafûr , Kerîm , Halîm , Mu­cîb , Samed , Barr , Tevvâb , Afüvv : Lutfeden, merhamet eden, bağışlayan, ikram eden, yumuşak davranan, cevap veren, hiç bir şeye muhtaç olmayan, iyilik eden, tevbeyi kabul buyuran, affeden ” sı­fatlarıyle görünen bir merhametli tanrı karşısında bu­lur­lar.

Kalplerine gaflet çökmüş, cahillik ve sapıklık vadilerinde dolaşır, Allah'ın hükümlerini ve sınırlarını tanımaz, Allah kullarının haklarını gözetmez, gözlerden gizlenmek su­re­tiyle bütün sefil heveslerini doyurmaya bakar kimselere de Cenab-ı Hakk; “ Şehîd , Lâtîf , Bâtın , Alîm , Habîr , Muhsî : G ö­ren, lâtif (maddi olmayan), iç (herşeyin içyüzünü bilen), bilen, ha­berdar olan, sayan ” isimleriyle görünür.

Artık şu izahlardan; fıtrat dini olan İslam'ın, insanı, bü­tün vasıfları ve özellikleri gerçekten zatında toplamış bir Al­lah'a iman ile yükümlü tuttuğu anlaşılmıştır. Öyle sıfatlar ve özellikler ki; şirk koşanlar tarafından ayrı ayrı tanrılarda parça parça var olduğu sanılırdı da, nefislerinin ıslahı için o tanrıların bu sıfatlara bürünmüş birer şekilde hayal edil­me­sinden medet umulurdu.

Bununla beraber İslam Dini; Cenab-ı Hakk'ı, bir yandan putatapar toplumlarla Sabiiler'i yola getirecek surette nite­le­diği gibi, diğer yandan Dehrîler'e(zamana tapanlara) da gösteriyordu ki; “ Evvel , Âhir , Zâhir , Bâtın , Nûr , Hâlık , Bâ­ri' , Musavvir , Mubdi' , Muîd , Muhyî , Mumît , Hayy , Kayyûm : Ön(ilk), son, açık, gizli, ışık, yaratıcı, halk edici, suret verici, açı­ğa çıkaran, iade eden, dirilten, öldüren, diri, yönetici” hep O'­dur.] (Anglikan Kilisesine Cevap, s. 64-65)
 
alt_banner